Bugün, şöyle bir cümleyle giriş yapılmış olan bir anayasa metni ile yönetiliyor olabilirdik: “Biz Türkiye yurttaşları, kendimize ve sonraki kuşaklara özgürlüğün avantajlarını sağlamak üzere bu anayasayı oluşturuyor ve geçerli kılıyoruz:” Ama, “devletin şekli, bütünlüğü, resmi dili, milli marşı…” gibi tanımlarla başlayarak sonra da meşhur “bu maddeler değiştirilemez; değiştirilmesi teklif dahi edilemez!” şeklinde tehditkâr bir cümle ile devam eden bir anayasaya uymakla yükümlü olarak yaşıyoruz.
Tarihin modern anlamda ilk anayasa metni olan 1787 tarihli ABD anayasasının girizgahı ile Türkiye anayasasının giriş maddeleri arasındaki bu farkı, coğrafi ya da tarihsel koşullar arasında bir kıyaslama ile izah edenler olacaktır. Ama o coğrafi ve tarihsel koşullar, belli ki her şeyden önce temelden farklı iki zihniyeti yetiştiren tohumu ve toprağı oluşturmuş. “Biz” diye başlayan birincisi, siyasal otoritenin yurttaşların özgür yaşamına müdahalelerini sınırlama kaygısı ile hareket ediyor. Bireyin, ‘yurttaşın’, toplumun ya da ‘tabanın’ gözüyle bakarak yazılıyor. İkincisi ise, siyasal otoritenin diliyle konuşuyor; ‘vatandaşa’ itaat etmekle yükümlü olduğu bir emirler manzumesini ‘tepeden’ deklare ediyor. Ardından da bu itaat şartını değiştirmeyi teklif etmek dahi suçtur diye konuyu kapatıyor.
Erdoğan ve Bahçeli ikilisi, birbirlerine ters düştükleri yargı reformu fiyaskosundan sonra bu kez yeni bir anayasa yapmanın zorunluluk haline geldiği fikri ile sahnede. Yeni anayasanın temel amacının Erdoğan’ın yeniden seçilmesi üzerindeki kısıtlamayı kaldırmak olduğu anlaşılıyor. Haziran 2023’te ikinci dönemi bitiyor ve yürürlükteki anayasanın hükmü uyarınca bir daha aday olması mümkün değil.
İlginç olan, muhalefet cephesinin de yeni anayasa fikri konusunda fire verme sinyalleri veriyor oluşu. Bu çerçevede, 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu, cazibeli bir metin olarak tartışmaya açılıyor. Laikçi çevreler ise, 1924 anayasasının 1928 tarihli değişikliği öncesi metinlerin gündeme getirilmesini sakıncalı buluyor çünkü laiklik prensibi o tarihte anayasaya giriyor. Özetle, tarihsel değil hatta anakronizmin ötesinde adeta atavistik bir tartışma.
Eğer Türkiye’de anayasa bahsini sorunsallaştırarak bir soykütüğü çıkarma ve oradan günümüzde girişilecek bir anayasa mücadelesinin ilkelerini oluşturma kaygısı ile hareket ediliyor olsaydı başka türlü bir tartışma yürürdü. Örneğin, tarihi en azından 1876’dan başlatmak gerekirdi. Zaten 1921 teşkilat yasasını gündeme getirenler aslında bilir; bu yasa, Osmanlı Kanuni Esasi’si yani 1876 tarihli ilk ve tek anayasanın hükümleri altında yapılmış bir yasadır.
İktidar çevrelerinin gönlü Osmanlı anayasasında olabilir ama bunu açıkça söylerlerse saltanatı ve şeriatı geri getirme heveslerinin açığa çıkacağından çekinirler. O nedenle halen “devletin resmi dini İslamdır” ibaresi ile sorunu olmayan üstelik bizzat Kemalistler tarafından yazılmış olan 1921’i bir uzlaşma olarak öne sürerler. Laik muhalefet ise Osmanlı rejiminin bir ihtilalle geri dönülmesi teklif dahi edilemez biçimde aşıldığı varsayımından hareketle o kulvara girmeyi baştan reddeder.
Anlaşılması gereken, her bahiste olduğu gibi anayasa meselesinde de ne tarihte yaşanmış ve dönmeyi arzulayarak günümüzdeki sorunların üstesinden gelebileceğimiz bir “altın çağ”, ne de her derde deva bir “sihirli formül” mevcuttur. Takvimleri yüz sene önceye, 1921’e geri aldığımızda gerçekte hiçbir şey değişmeyeceği gibi 1921 metnini esas alarak bir metin yazıldığında da başımızın arşa değmeyeceğinden emin olmak gerekir.
O halde, bırakın yeni bir anayasa yapmayı, Türkiye’nin içinde kurulduğu ve bulunduğu siyasal kültür içinde bir anayasa tartışmasını başlatmayı da teklif dahi etmek mümkün değil. Ama, bu kısır siyasal kültür iklimini görmezden gelerek ve işin tarih kısmını şimdilik paranteze alarak bir perspektif oluşturmak mümkün olabilir.
Böyle bir perspektif eleştirel tarih ile günün ihtiyaçlarını birlikte düşünmek yanında Türkiye’nin siyasal kültürü ile çağımızın evrensel normlarını da kıyaslayarak sentezleme çabası içinde oluşabilir. Ayrıntılar, ileride tartışılacak. Ama temel bir başlangıç olarak tepeden konuşan siyasi otoritenin dili yerine tabandan konuşan yurttaşların dili ile konuşmak, Jan Jacques Rousseau’nun ‘toplum sözleşmesi’ anlamında bir anayasa oluşturmanın ilk adımıdır.
Böyle bir basiret ve iradenin olmadığı koşullarda yapılacak en doğru hamle tabi ki aya seyahat projesini başlatmak olacaktır.