Ve yazdıklarımız, çizdiklerimiz bir yerde var olanı üst perdeden aktarıyor diye düşünüyorum. Yani körleştiren, sağırlaştıran, bir yerde normalleştirmelerden hepimizin bıktığına inanıyorum. Doğrusu sistem bunu bilimiyle, medyasıyla, yaparken bizler de çarkına vida olmamız sebebiyle alıkoyamıyoruz kendimizi, ortada bir yığın sorunsallıklar dururken, dile getirdiklerimiz havanda su dövmek gibi. Doğrusu yaptığımız bir yerde edebiyata dönüyor, zira bir şeyleri yazarken kaç kez siliyor, baştan alıyoruz, sonrasında imla kuralları derken, sınırlı puntolar ve sınırlı bir köşe ile aktarmaya çalışıyoruz. Oysa hakikat bu mu, elbette değil, mesela bir habere konu olan ölümleri konuşalım, dün çıkan bir habere göre Kadıköy’de soğukta yerlerde yatan bir vatandaşın ölümü tamamıyla hakikatin kendisi ya da çöpleri karıştırarak gıda toplayan bir kadının fotoğrafı.
Hal buyken yaşamın kendisine dönelim, o konuşuyor konuşturuyor. Ve ölümün güzelleştirmesi, yani felaketin hikâyesi olmuyor, çünkü mesele her ne ise yaşıyor, yaşanıyor. Zira başta belirttiğimiz örneklerden devam edersek, mesela soğukta donarak ölenler varken, İstanbul Valiliği sokakta yemek dağıtımını yasaklıyor, sebep mi tabii ki sağlıklı değilmiş. Sonrasında çöplerde gıda bulmaya çalışan yoksullar sokağa çıkamıyor, çıkınca mı tabii ki ceza kesiliyor. Doğrusu acıların çocuğu bir film karakterimiz çok, öyle ki dalga geçeriz yaşanan filmleri nasıl izledik diye fakat bugün gerçeği yaşanıyor.
Kısacası tükeniş…
Geçen sene itibarıyla bir yılın içine sığdıramadığımız Kovid-19, mutasyonlu haliyle devam ederken, her problemin sebebini dışta arayan insanlık önce yarasa yiyen Çin’i suçladı, sonrasında kıyamet teorileri falan derken herkes bir günahın semeresini hep bir şeylere yüklemekte. Ortalıkta dolaşan komplo, kıyamet teorileri derken yaşanan bilgi kirliliği had safhada, aynı duruş aşının çıkmasıyla beraber devam etmekte. Bunlarla beraber doğrusu var olan salgına kilitlenenler, sorunun bir diğerini görmekte zorlanabiliyorlar.
Bunlardan en açık tehlike olanı iklim krizi, bütün dünyayı etkilemeye devam ediyor, ülkemizde de artık açıkça emarelerini vermekte, bununla beraber aynı kriz ayrıca diğer krizlere de sebep olmakta. Açıklanan verilere göre dünya son 20 yılın en sıcak zamanlarını yaşıyor, ülkemizde metropol şehirlerden İstanbul’da, Ankara’da barajların doluluk seviyesi yüzde yirmi iken yaşanan kuraklığı gözler önüne seriyor. Bununla beraber var olan salgın durumuna, ekonomik krizi de eklersek büyük sorunlara gebe bir hal alacağı ortada. Ve başta belirttiğimiz gibi verilerin edebiyatından uzak ele alalım, Burdur’da Göller Yöresi kurudu, Mekke Tuzlası kurudu, Diyarbakır’da tarlaya hâlâ gübre atılmadı, kısacası gelecek tehlikeyi açıkça yaşananlar ortaya koyuyor.
Zira meteorolojik anlamda kuraklık, su kuraklığına, sonrasında tarımsal kuraklığa ve en sonunda sosyo-ekonomik anlamda kuraklık yaratır. Yine evet, felaket bu kadar açık fakat ülke bürokrasisi hazirandan beridir yaşanan bir kuraklığı dile getirmekten uzak, sonrasında okyanus ötesinden NASA, Türkiye’de yoğun bir kuraklık yaşandığını açıklıyor fakat ülkede ilgili yetkililer hem sorunun ne olduğunu hem de çözümü ortaya koymaktan uzaklar. Bunlarla beraber ülkemizde ilgili bakanlık tarafından ortaya atılan mücadele açıklandı, açıklamaya göre buharlaştırma azaltılacak, sonrasında 2023’e kadar 150 yer altı barajı yapılacak. Sorunun çözümü bu mu gerçekten, yok buysa yer üstüne neden bu kadar baraj yapıldı, hal buyken var olan HES, barajların ülkenin havasını değiştirdiği de açıkken, neden yerin altına barajlar…
Ve bunca yaşananlar açıkken, bu konu minval üzere ülke bürokrasisinin bu noktada bir su idaresi var mı? Ya da su idaresi diye ortaya atılıp bahsedilenler, gerçekten idare mi, yoksa politika mı? Zira eğer varsa neden sadece yine doğayı tüketmekle cevap veriliyor ya da var olan ekonomik kriz bu kadar kesin açıkken, buna eklenecek tarımsal kuraklıkla baş edecek, tarımsal kuraklığın sebep olacağı gıda krizine bir reçete var mıdır?
Son olarak kuraklık mı ya da doğayı tüketmek adına baraj ve HES aşkı mı?