Tam 10 yıl oldu. İlk kıvılcım 2010’un son günlerinde Tunus’ta çakılmış, fakat depremin merkez üssü 25 Ocak 2011’de Mısır’a, Tahrir Meydanı’na kaymıştı. Sismik titreşimleri bugüne kadar devam eden bu depremden geriye ne kaldı? Mısır’da ve en trajik haliyle Suriye’de görüldüğü üzere koca bir enkaz mı, yoksa diplerde yeniden biriken bir enerji mi?
25 Ocak 2011’de kitleler Tahrir’e inmiş, 18 gün boyunca meydanı işgal ederek Hüsnü Mübarek’in 30 yıllık diktatörlüğünün kafasını koparmayı başarmıştı. Sonrasında genç, yaşlı, kadın on binlerce Mısırlı haftalar, aylar boyunca Tahrir’i mesken tutarak bedenini de devirmeye çalışmıştı. Meydanın çevresindeki sokaklarda gençler polisle çatışmış, kurşunlarla öldürülmüş, gözlerini kaybetmiş, ama halk meydanı terk etmemişti. Aynı yılın sonunda, iktidarı sivillere devretmemek için ayak sürüyen Askeri Konsey’e karşı isyan tekrar alevlenmiş, sonunda ordu seçim kararı almak zorunda kalmıştı.
25 Ocak’ta meydana inmeyip rüzgârın nereden eseceğini hesaplamaya çalışmış olan Müslüman Kardeşler (Ihwan) seçimi kazanarak askerle el sıkışıp iktidar koltuğuna oturduğunda ise, devrimci dalga sönümlenmek bir yana bu sefer İslamcılara karşı kabaracaktı. Sonraki bir yılda, Mursi ve Ihwan hareketi Türkiye’deki akıl hocasının kılavuzluğunda Mısır’ın yeni diktatörü olma yolunda hızlı adımlar atacak, anayasayı değiştirip yetkilerini arttırmak, çetelerini devrimcilerin üzerine salmak gibi yollarla kendi kuyusunu kazacak ve Tahrir Meydanı’nın yeniden dolmasını sağlayacaktı. 30 Haziran 2013’te dünyanın belki en kalabalık gösterileriyle (o gün 30 milyon civarında insanın sokaklara indiği söylenir) bu kez Mursi koltuğundan olacaktı. Ne yazık ki o muazzam kitle hareketi de trajik bir şekilde, inisiyatifin yeniden ordunun eline geçmesine zemin hazırlayacaktı. Mısır halkı iki yılda iki diktatör devirmenin gururunu yaşarken, ordu bambaşka bir planı yürürlüğe koymuş ve yumuşak bir darbeyle koltuğa oturmuştu bile. Rabaa al-Adawiya Meydanı’nı kan gölüne çeviren katliamla bunu taçlandırdıysa da, kitlelerin İslamcılara karşı duyduğu öfkeden meşruiyet devşiren son derece stratejik bir hamleyle iktidarı adeta kucağına düşürmüştü.
Mısır’ın son altı yılı Abdel Fattah el-Sisi’nin liderliğinde yeni bir cuntanın ve polis teşkilatının el ele vererek tiranlığını tahkim ettiği, devrimcilerin zindanlara atıldığı, seçimlerin bir farsa dönüştürüldüğü, muhalif odakların dağıtıldığı, korku ikliminin yayıldığı bir dönem oldu. Aynı anda yoksulluk ve işsizlik derinleşti, ülke parası pula döndü, ordu elitlerinin yağma ve hırsızlığı ayyuka çıktı, dış politikanın ipleri İsrail ve Suudi Arabistan’ın eline teslim oldu, böylece Mısır’ın öncekinden daha da koyu bir karanlığa gömüldüğü bugünlere geldik.
Son 10 yılda Arap halklarının rüyadan kâbusa evrilen hikâyesinin Mısır’daki özeti böyle. Meydan ve sokaklarda esen özgürlük havasının tersine dönüşüne, devrimin önce Ihwan sonra askerler tarafından gasp edilişine, kazanımların adım adım kaybedilişine ve tüm bunların Mısırlılarda yarattığı derin umutsuzluğa tanık olduğumuz bir 10 yıl. Öyle ki, halkın bir kısmının nazarında tüm bu musibetleri başlarına saran şeyin ‘2011 devrimi’ olduğu inancı yerleşmeye başladı.
Bu karanlık tabloya rağmen, Arap dünyasının geneline bakıldığında karamsarlığa kapılmamızı engelleyen birçok şey görüyoruz. Devrimin merkez üssünde durum vahim bir noktaya evrildi evet, ancak bu süre boyunca isyan alevleri bölgede hiç sönmedi, sönecek gibi de görünmüyor. Alevler Mısır’ın komşusu Sudan’a sıçradı ve bir başka kanlı diktatörü devirdi örneğin. Dahası sadece diktatörlere karşı değil, yakın zamanda Lübnan, Irak ve Cezayir’de görüldüğü gibi, seçimle iktidara gelip icraatlarını eline yüzüne bulaştıran, yolsuzluğa batmış hükümetlere karşı da insanlar sokaklara dökülüyor, meydanlarda aylarca direniyor. Ve ilk kıvılcımın çakıldığı Tunus’ta şu günlerde salgın tehdidine rağmen kitleler yeniden sokağa inmiş durumda.
Geçen yaz “İsyanın Ruhu” (L’Esprit de la révolte) adlı bir kitap yayımlamış olan Tunuslu araştırmacı yazar Leyla Dakhli, sonradan karşı devrimle ezilmiş olsa bile Arap devrimci hareketlerinin en büyük başarısının, bu ülkelerin sosyal ve siyasi tarihine devrimci paradigmayı sokmak olduğunu söylüyor. Arap dünyasında “devrim” (el-sawra) fikri daha önce, Cezayir veya Filistin örneğinde olduğu gibi, sömürgeci bir ülkeye yani yabancı güçlere karşı verilen bağımsızlık savaşlarıyla sınırlıydı. 2011’den sonra Araplar ilk defa kendi despot rejimlerine karşı sokağa inip isyan edebileceklerini, onları kendi öz güçleriyle devirebileceklerini görmüş ve göstermiş oldu. Bu nedenle, diyor Dakhli, o devrimlerin değeri başarı veya yenilgi kriteriyle ölçülemez. Devrimler rejimleri değiştiremese de toplumu bir yerden alıp başka bir yere taşır ve o dönüşümün geri dönüşü yoktur. Sonrasında ne olacağı da öngörülemez.
“Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” basit bir slogan değil, hem gerçekçi hem de evrensel bir tespit. Arap kardeşlerimiz bitmemiş devrimin 10. yılını bu inançla kutluyor bugün.